Bizler başka bir dünyadan geldik sanki. Küçük dar yollarında top oynadığımız, ip
atladığımız, bahçelerinde leylaklar, meyve ağaçları yetişen mahallelerin içinden çıktık.
Kurumuş ağaç dallarını koparıp kılıç yapan ve dönemin en süper kahramanları He-Man, Şila
olup değiştirirdik dünyayı. İşin güzel yanı birde buna inanırdık. Güçlerimizi birleştirip
Voltron olur, bütün kötülükleri birlikte aşacağımızı düşünürdük. Hızlanınca evlerimize
kaçışsak da çiselerken yağmurun altında olmayı ayrı bir marifet bilirdik. Biri oyundan
çıkarsa, “o oynamazsa ben de oynamam” diyen çekirdek aile kıvamında bir azınlıktık, çoktuk.
 
Çamurdan yaptığımız tencerelerin içindeki yine çamurdan yapılmış köfteleri yemiyorlar diye
küserdik. Yeni kıyafetler için bayramları beklerdik… Az mı uyudum ayakkabılarımı alıp
yatağıma. Bahçesinde patates kızarttığımız yer, kokuyu duyan gelir. Taze fasulyeyi hiç ekmek
arası yediniz mi? Tartışılmaz bir lezzeti vardır. O zamanlar yurt dışına gitmek çok büyük bir
olaydı küçük yerlerde. Meşhurdur Almanya hikayeleri. Velhasıl asıl dışarıdan gelen oyuncak
bebekler ve arabalar daha ünlüydü çocuklar arasında. Görmek için sıraya girer, oyuncak
sahibini en yakın arkadaşımız ilan ederdik. Çocukluk işte aklımız orada kalsa da , bez
bebeklerin yeri daha başka olmak zorundaydı hayatlarımızda. İçine doldurmak için pamuk
değil de naylon poşetleri koyuşlarımızın tatlı acı bir hikayesi vardı elbet. Yaşam, hikayesi
olan şeylerde başlıyordu.
 
Çıtalılar yapardık, at yelesi gibi upuzun püskülü olanlara hep hayrandım, halen değişmedi.
Girişimlerim olsa da beceremedim uçurtma uçurmayı. Rüzgarın geldiği yöne koşmak
gerekiyormuş. Ben hep aksini yaptım. Akşam onlara kadar oynardık. Sokaklar çocuk sesinden
geçilmezdi. Kapılarda güvenlik sistemleri yoktu, komşulara emanet ederdi insanlar
kendilerini. Sonra hemen duyulurdu iyi, kötü ne varsa. Toplanırdı insanlar bir araya.
Eskiciler vardı birde. Hiç unutmam eski bir şey diye gündelik ayakkabılarımı verip, bir avuç
leblebi şekerini yediğimi. Haaa bir de keçi boynuzu tabi. Sanırım inadım oradan kalmış.
 
Anlaşıldığı üzere belki yoktu bir şeyler ama mutluyduk, hayallerimiz vardı ve güzel
insanlardık. Sonra… Sonra ne mi oldu ?Küçük sevimli mahalleler kalmadı. Yüksek binalar,
yeşil ağaçları sakladı. Ve yükseklerden bakmaya zorladı insanları. Bahçeli evler, komşuluklar
antika haline dönüşürken, sokaklarda oynayan çocukları görmekse ilginç geliyor şimdilerde.
Alış veriş merkezlerinin oyun alanları sokakların yerini aldı. Çocuklar sınırlı zamanlarda
sınırlı oyunlar öğreniyor artık. Karşılıklı sohbetler, karşılıklı akıllı uygulamalar aracılığıyla
yapılıyor. Hepimizin yüzünde emoje ifadeleri, doğallığımızı gittikçe yitiriyoruz. Güzel olan
her şeyi kontrollü, yapılandırılmış olarak yaşamaya çalışırken, öfkelerimizi kontrolsüzce
göstermekten çekinmiyoruz. Psikolojik savaşlarımız bitmiyor. Hatrı sayılır hesaplarımızı,
hatrı sayılır dostluklarımıza tercih ediyoruz. En kötüsü ise kolay unutuyoruz. Ve mutlu
olamıyoruz. Hedefe giden her hırs mübahtır sözünü doğruluyor, “ben” olmanın egosunu
“biz” olmanın gücüne tercih ediyoruz.
 
Neyse ne diyordum ? Çocukluğumun insanlarını düşününce “şimdi” bir hikayenin
karakterleri gibi. Üzerinden yüzyıllar geçmiş… Hangi ara bu kadar değiştik bilmiyorum. Tüm
bunları anlattım. Anlattım, çünkü; şarkıdaki gibiymiş.

“…Yenik düşüyor her şey zamana,
Biz büyüdük ve kirlendi dünya”
Zemberek Kuşunun Dönüşü